Bu yazı tıpkı diğer yazılar gibi “Kore’de nereler gezilir“, “Kore gezi rehberi” gibi sorulara cevap veren bir gezi rehberinden ziyade bir seyyahın (sanırım kendime ilk kez seyyah diyorum) zihnine konuk olma yazısı olacak. Bu yazı, “Seul’de nereler gezilir?” sorusunu cevaplamaktan ziyade, şehir insana nasıl katışır ve bir şehri şehir yapan şeyler nelerdir? gibi sorular sorarak bir yaşama denemesi inşa etmek istiyor. Eğer siz de Kore’nin şen şakrak mutlu insanlarıyla dolup taşan restoranların arasında şehri adımlayan 2 seyyahın bilinç akışına eşlik etmek istiyorsanız koyun çayınızı, demleyelim sohbeti. Buyurunuz efendim.
Neden Seul
Geçtiğimiz günlerde Güney Kore’nin başkenti Seul’e bir seyahatimiz oldu. Japonya yazılarının ilkinde olası rotalarımızdan bahsederken kuzenimi K-Fanlığı sebebiyle yıllarca zorbaladığımdan, çıktığım ilk ülkenin Kore olması halinde bundan böyle onun tarafından zorbalanacağım kesin olduğundan Kore’ye değil Japonya’ya gittiğimizden bahsetmiştik1. Tam 1 yıl sonra, yine aynı tarihlerde, yaz sıcağının ve neminin tavan yaptığı günlerde yine bir Asya seyahati düştü nasibimize ve soluğu Seul’de aldık.
Nasıl Seul
Seul’de toplamda 5 gün kadar kaldık. 2 gün de yola gitti, 1 haftalık bir kaçamağımız oldu.
Ve tabi ki gelenek bozulmadı, bu gezimizde de öncesinde araştırma yapma imkanımız pek olmadığından her şeyi son birkaç güne sığdırarak, sanki kaçacak yer bulmuşçasına koşa koşa Seul’e vardık.
E-Vize
Kore’ye girmeniz için öncelikle bir e-vizeye ihtiyacınız olacak. Vize başvurunuzu https://www.k-eta.go.kr/ adresinde ilgili formları doldurarak yapıyorsunuz. 7 dolar gibi bir ücreti var. Bizim vizemiz 1 saat içerisinde onaylandı. Ama yine de işi son dakikalara bırakmamakta yarar var.
Seul Nedir
Ülkeye girişi hallettikten sonra gelelim nereye girdiğimize. Seul 50 milyonluk Kore’nin 25 milyonluk başkenti. Ülkenin en büyük ve en sıkışık kenti. Nüfus yoğunluğu İstanbul’da km2 başına 6 bin kişiye yakınken Seul’de 16 bin kişi.2 3Buradan hesap edin kalabalığı diyeceğim ama şehirde İstanbul’daki gibi bir yoğunlukla karşılaşmadığımızı belirtelim. Yazının ilerleyen kısımlarında bu bahsi açarız belki.
İlk İzlenimler
Bunca girizgahtan sonra, Seul’e vardığımızda, her ne kadar sonradan bu kıyasın çok doğru bir kıyas olmadığını anlayacak olsak da, ister istemez Japonya ve daha çok Tokyo ile kıyaslama yaptık. İlk göze çarpan şeylerden birisi havaalanının -ve daha sonra fark ettiğimiz üzere ülkenin genelinin- Japonya’ya göre sadeliği idi. Japonya’da her yerde afişler, pankartlar, uyarılar ve sair yazılar varken Seul’de böylesi bir durum söz konusu değildi. Pasaport kontrolümüz de Osaka’dakine nazaran oldukça kısa sürdü. All-stop train dedikleri her durakta duran metro ile kalacağımız yere doğru yola koyulduk. 1 saat süren yolun ardından evimize yerleşip sabahı gözlemeye başladık.
Pek çok dünya milletinde olduğu gibi Kore’de de pazartesi günleri müzeler kapalı olduğundan önceden planladığımız müzeleri gezemedik onun yerine şehir turu yaptık. Normalde gideceğimiz yerleri harita üzerinden renklendirerek gün gün planlar ve o istikamette gezerdik. Oysa bu sefer renklendirme yapamadığımız gibi zihnimizde kabataslak oluşturduğumuz istikamete müzelerin kapalı olması gibi beklenmedik (hah hah) bir durum sebebiyle devam edemeyip, müzelerin aralarına serpiştirdiğimiz rotaları gezmeye başladık. E tabi ilk gün için aralara serpiştirdiğimiz şeylerin neredeyse tamamını gezdiğimiz için ve zamanımız da fazlasıyla arttığından öteki günler için düşündüğümüz ara rotaları da gezdik ve müzeler hariç diğer noktaların önemli bir kısmı ikinci güne varmadan bitmiş oldu. Bu durumun enteresan bir katkısıysa şehirden ayrılana kadar aynı noktalardan birden fazla kez -hatta bazılarından 3-4 kez- geçmemiz oldu. Bu vesileyle şehri daha iyi tanıyıp mekana aşina bir gözle bakmamız mümkün hale geldi. Belki sonraki gezilerde uygulama imkanımız olur diye bu tarzı aklımızın bir köşesine not ettik.
Yeni yazılardan haberdar olmak için abone olabilirsiniz 🙂
Şehri ilk günlerde Japonya’yla benzerlik ve farklılıkları üzerinden değerlendirdiğimizden bahsetmiştik. Farkındalıklarımızın ilki afiş ve pankartların Japonya’ya göre azlığı iken bir diğeri sokakların Japonya’ya göre kirliliği (kirlilik derken yanlış anlaşılmasın. Sokakların Japonya’ya göre kıyasını yapıyorum burada. Ara sokaklarda vs. yerlerde birtakım çöpler mevcut olabiliyor ama bu Türkiye’yle kıyaslanamaz.) ve kaldırım taşlarının gayri nizamiliğiydi. 80’indeki bir Japon dedenin beğenmez bakışlarıyla kayda geçirdik bu durumu da. Ama asıl dikkat çekici nokta şehirdeki yeşil miktarıydı. Tokyo ve diğer şehirlerde parklar ve bahçeler haricinde sokaklarda yeşil namına pek bir şey göremezken burada tam tersi oldu. Park ve bahçe pek göremedik ama sokaklarda binaların 10. katlarına kadar varan ağaçlar, yolların ortasında mini yeşil alanlar göze çarpıyordu. Bu Seul ile aramızda hissettiğimiz ilk bağ idi. Zira Türkiye’nin sokaklarını düşündüğümüzde, bizde de oldukça benzer bir durum olduğu görülebilir. Park ve bahçe yoğunluğu ilçeden ilçeye ve ilden ile değişmekle beraber sokaklarımızda ağaçlar eksik olmaz diyebiliriz. İlla ki tek tük de olsa ağaç bulunur bizde de. Bu bilgiyle beraber sokaklardaki serbestliği (kirlilik ve gayri nizamilik) de aramızdaki bağ hanesine ekledik. Acaba bu insanlarla benzerliğimiz var mı? sorusunu sorarak gözlemlerimize devam ettik.
Gördüğümüz kadarıyla Kore insanı son derece neşeli ve sıcak. Göz göze geldiğimiz insalarda gülümseme eğilimi, aynı ortamı paylaştığımız insanlarda sohbet etme eğilimi ve hissedilen sıcaklıkla samimiyet kesinlikle Japonlarla kıyas kabul etmeyecek düzeydeydi. Hele iş çıkış saatinden gece geç saatlere kadar dolu olan restoranlar ve sokak tezgahları ve oralardan yükselen kahkahalar… İşte o an dedik ki “abi hata ediyormuşuz.” Ne konuda? Bu insanları ve ülkeyi Japonya ile kıyaslama konusunda. Anladık ki evet yüzeyel benzerlikler olmakla beraber aslında burası bambaşka kültüre sahip bambaşka bir ülke. Burası sıcakkanlı, neşeli, Japonlara göre daha rahat, sokakları ağaç dolu, şort altına uzun çorap giyen insanların ülkesi. Bu farkındalıktan sonra ülkeyi kendinde incelemeye çalıştık ve daha da çok sevdik.
Kore’de diş hekimi
Geldiğimizin 3. günü olması lazım Kore’de Bir Diş Hekimi mahlasıyla sosyal medyada paylaşımlar yapan Betül hanımın4 misafiri olduk.
Kendisi kıymetli vaktinden ayırıp bizimle çay içme nezaketi gösterdi ve Kore, diş hekimliği ve Kore’de diş hekimliği gibi konularda güzel bir sohbet etme imkanı bulduğumuz yetmezmiş gibi doktora eğitimi aldığı Yonsei Üniversitesi’ni de ziyaret edebildik.
Betül’ün hikayesini dinlerken zihnimde bir süre önce yazdığım Dünyanın Bütün Dişçileri, Birleşin5 başlıklı yazı dönüp durdu. Benzer sorunlar ve şikayetlerle dolup taşan bir diş hekiminin yepyeni bir kariyer planlamasıyla Kore’ye gidişini dinledik. Kendisi adına çok da mutlu olduğumuzu beyan etmek isterim. Türkiye bir dişçi kaybetmiş, Kore ise diş hekimi bir araştırmacı kazanmış. Bizim ayıbımız Kore’nin övüncü.
Düşünme fırsatımız oldu. Sonuçta şunun şurasında kaç insan Kore’ye göçmüştür ki? Anladık, karar verdik ve vaaz ederiz ki: Arkadaşlar, herkesin yaşadığı gibi bir hayat yaşanabilir. Meslek öğrenirsin, iş bulursun, çalışırsın, maddi durumun iyileşir, başka hedeflerin olur vs. Bu bir seçimdir ve kötü ya da iyi değildir benim gözümde. Ama son derece heyecansız ya da sokak jargonuyla moralsizdir benim gözümde. İmkanı olmayanlar için konuşmuyorum ama öyle veya böyle bir imkanı olan kişilerin başka bir yol tutturması o kadar heyecanlı gelir ki bana… Yani, herkesin gittiği yolu da o yolun sonunu da insanlık öteden beri bilir. Peki ya diğer yollar? Yazılarımızın daimi konuğu İsmet amcadan mülhem, derim ki yeni ve tekinsiz yollarda sinematografik bir hayat yahut estetik bir idam6… ikisi de mümkün ve heyecanlandırmıyor mu sizi de bu? Ufacık bir seyahat bile insanın dünyasını ve bakışını ne denli etkilerken bir başka hayat tarzı ve başka bir diyarda tutunma mücadelesi kişiyi kim bilir nasıl bir insan yapar? Hayata bir kere geliyoruz ve neden herkes gibi yaşayalım? Bakın bunu ebeveynine karşı çıkan özerlik mücadelesindeki ergen bir genç motivasyonuyla sormuyorum. Eğer ki hayata bir kere geliyorsak, neden bir kere yaşanacak şekilde değil de milyonlarca kez yaşanmış haliyle yaşamaya çalışıyoruz? Yazının ilerleyen bölümlerinde daha da açacağız inşallah ama şimdilik sinyalleyelim: hayat mutsuz olmak için çok kısa hocam.
Kore’de Diş Hekimliği Detayları

Kore’de Bir Diş Hekimi’nin aktardığına göre Kore’de diş hekimliği Türkiye’nin aksine tıp fakültesinden daha öndeymiş. Kore’de diş hekimliği denklik süreci hemen her ülkede olduğu gibi burada da çetrefilli ve zormuş. Yani Türkiye’de aldığınız diş hekimliği diplomasının denkliğini Kore anladığımız kadarıyla pek vermiyormuş. Yine pek çok ülkede olduğu gibi akademiden devam etmeyi tercih edenler içinse yollar açıkmış. Dünyanın Bütün Dişçileri, Birleşin başlıklı yazımda da sıkça değindiğim gibi çalışma koşullarını burada da irdeledim ve anladığımız kadarıyla klinisyen diş hekimleri burada da haftada 5.5 – 6 gün çalışıyor. Küresel bir sorun sanırım bu. O sebepten dedik zaten Dünyanın Bütün Dişçileri diye… Diş hekimliğinin Türkiye’den bir diğer farkı da Kore’deki dental asistanların Türkiye’ye göre hemşire statüsünde gibi bir yerde olmasıymış. Dental asistan olmak için de 4 yıllık bir asistanlık bölümü okumak orada temel tıbbi dersleri almak gerekiyormuş. Diş taşı temizliği, braket yapıştırması gibi minimal işlemleri yapabiliyorlarmış vs. Bizdeyse pek böyle değil. Hangisi daha iyi bilemedim.
Kore’de klinisyenlik hayal olunca akademi kısmını da sorduk kendisine ve anladığımız kadarıyla akademi, dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi işliyor. Üniversite buluyorsun, hocaya yazıyorsun, resmi sürece dahil oluyorsun, kabul alıyorsun, ar-gör’lük için dua ediyorsun, mezun olup keyfine bakıyorsun. Bunlar için Korece bilmen şart değil ama bilmen ders seçimleri, sorumluluklar gibi konularda pek çok açıdan işine yarıyor.
Betül Hanım’a kıymetli vaktini bizlere ayırdığı için teşekkürlerimizi yineleyip yolumuza devam edelim.
Sekonder Gözlemler
Kore’de Bir Diş Hekimi ile olan sohbetlerimizi basamak yaparak başka bir konuya -ya da aynı konuya- geçmek -devam etmek- istiyorum. Bir başka anıyla başlayalım.

Önceki satırlarda bahsetmiştim, birtakım plansızlıklar sebebiyle aynı yerleri birkaç sefer görme imkanımız olmuştu. Bunlardan birisi de Kültür Caddesi’ydi. Belki 5 defa turladık orayı. İyi de oldu. Pek çok çaycı var, her birinde birisine oturup çayları denedik. Hoşumuza giden oldu gitmeyen oldu vesaire. Ama bir de bir restoran vardı. Seul’deki ikinci ve son günümüzde toplamda 2 defa orada yemek yedik. İçeriye girdiğimizde restoranların ve insanların genelinde gördüğümüz şen şakraklık ve sıcakkanlılıktan eser yoktu. İlk girişimizde dikkatimizi çekmemişti ama ikinci girişimizde dikkatimizden kaçamadı. 3 kişilik ekip kendi başına oturuyor, zaten müşteri de pek yok, sessizce aynı masada yemek yiyor, sonrasında sessizce telefonlarıyla uğraşıyorlardı. O sırada biz de dışarıdan gelen gülüşmeleri dinliyorduk. Daha önceki gece şehrin ortasından geçen nehirde yürümüş, insanların sohbet ediş ve yürüyüşlerini incelemiş, birtakım saptamalarda bulunmuştuk. Hasılı kelam bu mekanda dışarıda olan çok önemli bir şey yoktu: Mutluluk.

Yemeğimizi yedikten sonra yaşadığımız sessizlikte düşünceler düşünceleri açtı ve dedim ki “hayat mutsuz olmak için çok kısa.” Hemen 2 adım ileride şen şakrak bir hayat varken kendilerini kapattıkları mekanda mutsuzluğun yolunu bulmuşlar gibi hissettik. Zaten müşterisi olmayan bir mekanda neden 3 kişi bekler? Akraba olduklarını düşünüyoruz bir de bunların. Biriniz çıkın 1 saat dışarıda gezin, bir şeyler yapın. İçeri gelin konuşun diğer insanlar gibi. Yok. Sessiz bir mutsuzlukta yemeklerini yiyip telefonlarına bakmayı tercih etmişlerdi. Ülkenin genel ahvaline o kadar aykırı bir durumdu ki bu, şaşırdık kaldık.
Sonrasında kendi hayatımıza geldi sıra. Peki bizim kendimizi mahkum ettiğimiz mutsuzluklar nelerdi? Ne kadarı bizim seçimimizdi? Ne yapabilirdik onlar için? Geçirdiğim çeyrek asrın ne kadarını mutsuzlukla doldurmuş, geçireceğim kim bilir kaç günün ne kadarını ipotek altına almıştım, belki de kendi irademle?
Dışarıda bir hayat var sanırım dostlar. Fanusumuzdan çıkalım. Mutsuzluk için çok fazla sebep bulabiliriz. Sebeplerimiz doğru da olabilir ama sanki mutsuzluğumuzun büyük bir kısmı da bizden geliyor. Ayırdına varalım.
Kısa şort altına uzun çorap giyip şen şakrak gezen insanlar ülkesinden, restoranlarından kahkahalar fışkıran memleketten ve sokakta birbirlerine gülümseyen insanlardan sonra bakışlarımızı kendi ülkemize teksif ettik. Biz, yani Türk insanı, neden mutlu değildik? Neden burası öfkeli ve mutsuz insanlar ülkesiydi? Siyasi, ekonomik, sosyal binlerce sebep sıralanabilir. Pek çoğuna hak veririm de. Ama gerçekten, biz neden mutsuzuz? Zenginimiz de mutsuz. Hangi restoranın önünden geçerken şen şakrak kahkahalar duyarız ki? Çok acı.
Her neyse, hayat mutsuz olmak için de herkesin hayatını yaşamak için de kısa gibi. Ona göre hesaplı yaşamak lazım sanırım. Bu gezinin bana en önemli katkısı bu düşünce oldu. Peki artık mutluluğu ertelememek için ben ne yapıyorum? Zaten hayatı s*kimde yaşarken, artık öyle bile yaşamıyorum sanırım. İşsiz mi kaldık? Arar yenisini buluruz Allah’ın izniyle. Patron gene mi kovdu seni? 5 dakka duranı sevsinler e mi? Hastanın şikayeti geçmedi mi? Geçer bir şekilde, devam et. Konya’da ucuza seminer mi var? Tas Kebabı yiyip döneriz, bas gaza. Sektörden mi daraldın? Aç baba Alibaba’yı başka işler kovala. Okul ders kaydını yapamadı mı? Ara avukatı, o yaptırsın kaydını. Arkadaki şoför kornaya mı bastı? Müziğin sesini artır. İmamoğlu’nun avukatını mı almışlar? Aç İçimdeki Yangın’ı, yarım kalmıştı oradan devam edelim. Kafkesk ve Camusvarî bir umutsuzlukta hedonizme kayan bir boşvermişlik. Başlarım dünyasına da hayatına da. Takan da ölüp gidiyor takmayan da, gülmenize ve dalganıza bakın. Hayatı biraz s*kinizde yaşayın. Bunu bilir bunu söylerim.
Arkadaşlar öyle sanıyorum ki, seyahat yalnızca kişinin dışarıyı gözlemlediği bir eylem değil; aynı zamanda kişinin kendisine bakmasının, kendisine dışarıdan bakmasının, kendisini incelemesinin de bir yolu. İnsan yola biraz da kendisini bulmak için çıkıyor gibi gelmeye başladı bana. Diyar diyar gezip kendimizi yahut bir yerlerde unuttuğumuz benliğimizi / ruhumuzu arıyoruz sanki. Evet bir bakıma kaçmak, sorumluluklardan, gündelikten, hayattan ama kaçılan yerde bulunan da yine kendinden başkası değil gibi. Kendinden kendine bir kaçış yahut varış diyebiliriz sanırım seyahate.
Neyse, yazıyı bir diğer farkındalığımla bitireyim. 2023 yılının sonlarına doğru 2023 yılında Türkiye’de vizyona girmiş filmler üzerine bir analiz yapmıştım ama sitede yayımlamak henüz nasip olmadı. Orada kabaca ulaştığım sonuç düşünce ve sanat dünyamızın batı merkezli olduğuydu. Vizyona giren Doğu filmi çok azdı. Buradan yola çıkmıştım. Yazıyı yayımlayınca buraya da link atarım artık. Neyse, Seul’u turlarken yüksek binaların arasındaki gölgelik yapan ağaçları ve her sokakta onlarcası olan restoranlardan gelen kahkahaları düşündüğümde fark ettim ki gerçekten düşünce dünyamız Batı odaklı. Yeni bir şey söylemeyeceğim ama ifade etmek fazladan olmayacaktır. Tanzimattan beri tartışılagelen Doğu – Batı kavgasında arada kalmış ülkeyiz. Hala rotamızı arıyor gibiyiz. Yıllar evvel ediplerimiz de yazmış sosyologlarımız da… Tanpınar çok güzel anlatır nerenin yerlisi olduğumuzu. Sabahattin Ali de güzel ifade eder çatışmalar ve arada kalmışlığımızı. Neyse, Doğu’da da alternatif bir medeniyet var ama yönümüzü hep -biraz da dümenden bence- batıya dönmüşüz. Doğudan habersiziz. Öyle ki, Kore’de Bir Diş Hekimi ile olan sohbetlerimizden sonra bile hâlâ şunu düşünmüştüm: “ya hu denklik yahut akademi için bu kadar mücadele vereceksem bunu ABD – İngiltere hadi olmadı Almanya için falan veririm. Seul’e gelip ne yapacağım?” Oysa ne kadar yanlı ve bilgisiz bir düşünce bu. Seul’e ya da ABD’ye dair ne biliyorum da birini diğerini tartışmasız tercih edebiliyorum? Öğretilmiş bir ezbermiş sanırım bu da. Düşündüğümde Kore insanıyla benzerliğimiz de hiç az değil. Hatta belki Almanlarla olandan daha fazla. O zaman neden Almanya? Düşünce dünyamız iğdiş edilmiş, ondan. Bu da böylesi bir aydınlanma işte.
Kore insanıyla olan benzerliklerimize dair

Kore insanıyla Türk insanın benzerliğine dair Cuma namazı çıkışı bir abiyle ufak bir sohbetimiz olmuştu. Abi 7 sene evvel Seul’e yerleşmiş ve dönmeyi pek düşünmüyor. Kendi ifadesiyle “burada irşad yapıyor.” Kendisinin ifadesine göre Korelilere eski Türk ve Anadolu adetlerinden ya da görgüsünden hangisinden bahsetse “aa bundan bizde de var” tepkisiyle karşılaşmış. Diyor ki “böyle bizde olan bir şeyden bahsedip de ‘bu bizde yok’ şeklinde bir ifadeyle hiç karşılaşmadım.”
Yeni yazılardan haberdar olmak için abone olabilirsiniz 🙂
Gezip Gördüğümüz Yerler
Bu yazı bir gezi rehberi olmayacak dedim ama adettendir, nereleri gördüğümüzden ufaktan da olsa bahsedelim. Seul’e gelen insanlar muhakkak şehrin ortasından geçen nehir etrafında yürüsün, Han nehrinden geçsin, Kültür Caddesi’nde turlasın ve oradaki çaycıları denesin. Yerel pazarları -özellikle balık pazarını- gezsin, şehri otobüsle turlasın, Gangnam’a şöyle bir bakıversin ama bol bol da yürüsün derim.
Birkaç Fotoğraf




































Atıflar
- https://benmbs.blog/seyahat/japonyaya-dair-kulturel-bir-otopsi-denemesi-ya-da-gezi-guncesi-1-giris-ve-osaka/ ↩︎
- https://en.wikipedia.org/wiki/Seoul ↩︎
- https://en.wikipedia.org/wiki/Istanbul ↩︎
- https://www.instagram.com/koredebir.dishekimi/ ↩︎
- https://benmbs.blog/dis-hekimligi/dunyanin-butun-discileri-birlesin/ ↩︎
- İsmet Özel, Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar ↩︎
Bir yanıt yazın