Japonya serisinin ilk yazısında Osaka’ya, ikinci yazısında Kyoto’ya konuk olmuştuk. Bu yazıdaysa Tokyo’ya misafir olacağız. Tokyo’da metroları, Tokyo Camii‘ni ve oradaki Müslümanları, Akihabara’da karşılaştığımız hoş sohbet anime kızlarını, yıllardır burada yaşayan göçmenleri ve müzeleri konuşacak sonrasında da Japon macerasına nokta koyacağız. Buyrunuz efendim.
TOKYO
Şinkansen ile Kyoto’dan 2 saat 10 dakika süren yolculuğun ardından Tokyo’ya adımımızı attık. Yolda Fuji dağını uzaktan görebilmemiz güzel oldu.
Tokyo’ya varıp metrodan çıkar çıkmaz karşılaştığımız ilk şey insan seli oldu. Osaka ve Kyoto’da sakinliğe alışmış ve “neredeymiş o içine insan tepilen metrolar” dediğimiz anları acı bir tebessümle andık. Neyse efendim, insan selinin arasından yolumuzu bulduk ve otelimize yerleştik. Derhal bir helal restoran bulup beslendik, biraz Tokyo sokaklarını arşınladık ve otelimize geçtik.
Ertesi gün için planlarımız hazırdı. Cuma olduğu için Tokyo Camii’ne gidecektik. En başından böyle planlamıştık zaten.
Tokyo Camii ve Müslümanlarla Temas

Tokyo Camii bir kompleks olarak tasarlanmış. Klasik Türk mimarisinin yanında içerisinde helal marketin, dersliklerin, büyük bir salonun, ufak bir kütüphanenin bulunduğu bir kompleks. Sonunda güzel bir fırsat yakaladığımızı düşündük ve derhal imam odasının yolunu tutup imamla güzel bir sohbete başladık. Sorularımı sıraladım.
Hoca efendinin dediğine göre Japonların İslam’a girmesinde en etkili şeylerden birisi ilk inen ayetlerden birisinin “oku”, diğerinin “elbiseni temiz tut” olmasıymış. Bu ayetler Japonları etkiliyormuş. Evlilik yoluyla Müslüman olan çokmuş, Şintoizm’den gelen alışkanlıkları bırakabilen oluyormuş bırakamayan oluyormuş vs. İmamla olan sohbetimizi başka bir yazıda detaylıca ele alalım inşallah.
Namaz sonrası buraya araştırma yapmak üzere gelen Eren’le de bir sohbetimiz oldu. Onun dediğine göre Japonlar aslında zannedildiği kadar da kibar ve açık görüşlü insanlar değilmiş. Zira bize göre çok kibar gelen bir hareket aslında bir Japon’a göre oldukça nahoş olabiliyormuş. Anlayacağınız bazı Japonlar biz Müslümanlara ya da yabancılara daha az kibar davranabiliyormuş.
Gene Eren’in aktardığına göre Müslüman olan Japonların önemli bir bölümü evlilik yoluyla oluyormuş. Alkol hayatlarının merkezinde olduğundan zorlanıyorlarmış vs. Japonlar da pek dindar insanlar değilmiş. Eren’in dediğine göre Japon hayranlığıyla burayı araştırmaya gelenler pek objektif olamıyormuş. Aslında yabancı düşmanlığı, İslamofobi burada da varmış.
Cuma’dan sonraysa önceden Katolik olup sonrasında Müslüman olan Japon bir abiyle de ufak bir sohbetimiz oldu. Münir abi daha öncesinde Mısır ve Türkiye’de bulunmuş. Sonrasında Müslüman olmuş. Japonya’ya döndüğünde de camiye gelmiş ve burada çalışmaya başlamış. Hiçbir zaman Şintoist ya da Budist olmamış. Dolayısıyla merak ettiğim soruya burada da cevap alamadım. Orijinal bir Japon Kamilerden sonra bizim Tanrıyı anlayabiliyor mu öğrenemedim gitti. Münir abi Hristiyan kültürü içerisinde yetiştiğinden olsa gerek İslam’ı anlarken zorlanmamış. Kendi beyanına göre hayatı İslam’la anlam bulmuş. Ona göre tek tanrı inancıyla beraber her şey cuk oturmuş, her şey anlam bulur olmuş. Uygun bir fırsat oluştuğunda Türkiye’ye gelip yerleşmek istiyormuş çünkü Japonya’da İslam’ı yaşarken zorlanıyormuş.
Camiye dair bir diğer yorumumuz da buranın klasik Türk mimarisiyle inşa edilmiş olması. Yani tam anlamıyla bir Türk camisi. Nereden anlıyoruz bunu? Kadınlar yerinin izbe, köhne, daracık ve havasız olmasından. Aze’nin dediğine göre o kadar darmış ki secdeye varamayan kadınlar varmış. Çaplık varmış, saf düzgün tutulamamış vs. Benim ilk yurt dışı deneyimimdi ama Aze’nin ve ailesinin dediğine göre dünyanın başka hiçbir yerinde kadınlar camiden bu denli dışlanmıyormuş.
Yeni yazılardan haberdar olmak için abone olabilirsiniz.
Müzeler
Ertesi gün Ueno diye bir yere gittik. Burada büyük bir park ve parkın etrafında pek çok müze var, belki 10 tane. Parkın çevresindeyse belki 15 tane daha müze var. Biz burada Bilim ve Doğa Müzesi’ne girdik. Müzede geyikler, balıklar, tuhaf hayvanlar, bakteriler, bitkiler, kelebekler, türlü türlü varlık var. 4 katlı bina. Büyük sergi alanları var. Yani gayet güzeldi. 10 yıl sonra çocuklarla tekrar gelmeyi düşünüyoruz 😀
Kalabalıktan anladık ki Japonlarda bir müze kültürü var. Çünkü ben daha evvel herhangi bir müzenin bu kadar kalabalık olduğunu, ailelerle dolup taştığını görmedim. Topkapı dahil. Günlerden cumartesi ve hem içerisi hem dışarısı çocuklarla, ailelerle, genç çiftlerle dolu. Hepsi de Japon. Bizde böyle bir kültür yok. Yani ben mesela herhangi bir hafta sonu “haydi müze gezelim” dediğimi hatırlamam. Evet çok müze gezdik ama bunları daha çok uzun tatillerimde gezdim. Böylesi bir adanmışlıkla gezdiğim yok. Adamlar öyle değil gibi. Enteresan bir diğer şey de çocukların son derece uslu olması. Bizde olsa sıpalar dinazor kemiğinin sırtına çıkıp deh deh yapar, burada anne baba oturuyor veletler sakince gezip yazıları okuyor falan. Çok değişik.


Şehirdeki müze sayısı da bu teorimi doğruluyor gibi zira Tokyo’da sıkıldığımız için müze gezmeye karar verdiğimizde haritadan müzeleri göstermesini istediğimde belki yüzlerce müze gösterdi bana. Şaşırdık.



Akihabara
Müzeden çıktıktan sonra teknoloji merkezi olan Akihabara’ya yol aldık. Belki dikkatimizi çeken bir şey olur, hem adettendir gidip gezelim dedik. Akihabara’ya vardığımızda doğru yerde olup olmadığımızdan şüpheye düştük çünkü bizi Arçelik robotu değil anime kızları karşıladı. Vatan Caddesi uzunluğunda bir cadde düşünün. Sağ ve sol şeritteki kaldırımlarda 2 metre aralıkla anime karakteri gibi giyinip el sallayan kızlar var. Önce dedik herhalde birazdan biterler ama yürüdükçe bitmiyor. Tam tersi artıyor. Karşıya geçiyoruz, ışık geçiyoruz vs. aynısı, değişen bir şey yok. İster istemez su-i zan ettim ve bu hanım ablaların bir de pezevengi olmalı, buradan uzaklaşsak iyi olur diye düşündüm ama bir yandan da merak ediyoruz. Dedik konuşalım birisiyle. İçlerindeki en normal giyimli kızın yanına gittik ve sorduk. Dedik ablam sizin olayınız ne? Meğer olay şuymuş, bu kızlar escort değilmiş. Bu kızlar yalnız Japon erkeklerinin Güzin ablalığını yapıyormuş. Gidip yemek yiyorlarmış, belki masaj yapıyorlarmış, erkekler de o sırada bunlara derdini anlatıyormuş. Çünkü bunların pek aktif sosyal hayatları, benzer derdi yaşayanlarla buluşabilecekleri bir ortamları yokmuş. Başta inandırıcı gelmedi ama değişik şekillerdeki sorularıma (turistler sizden hizmet almıyor mu, sadece yemek mi yiyorsunuz vs gibi…) tutarlı cevaplar alınca ikna oldum. Enteresan bir sektör gerçekten.
Ertesi gün Tokyo sokaklarını arşınlamaya devam ettik ve Erzurumlu bir dönerciyle tanıştık. Sorularımı sorma imkanı bulduğum için mutlu oldum tabii. Kendisi 22 yıldır buradaymış, Japon bir hanımı, 4 de çocuğu varmış. Japonla geçinmek zor diyor. Çok prensiplilermiş, eve 15 dk geç kalınca kavga çıkıyormuş, çocuk olduktan sonra yataklar ayrılıyormuş ve kadın kendini çocuğuna adıyormuş. Müslüman olunca bunu mükemmel şekilde yaşıyorlarmış, çok kuralcılarmış. 3 – 4 yılda bir Türkiye’ye geliyormuş vs. düşününce Japonların neden çocuk yapmadığını anlıyoruz sanırım. Çocuk yapmıyor ki, dertsiz başına dert alıyor kadın da adam da. Neme lazım abi?
***
Neyse, zaten yeterince uzamış olan yazıyı daha da uzatıp boğmaya lüzum yok. Tokyo gezisi bizim için gereğinden uzundu. Ama her haliyle güzel bir geziydi, öğreticiydi, kendimizi keşfetmemize vesile oldu.
Yeni yazılardan haberdar olmak için abone olabilirsiniz.
Tokyo bahsini burada kapatıp kapanışa geçiyoruz artık.
JAPONYAYA DAİR GENEL NOTLAR
Hülasa
Öncelikle Japonya, Japonlar ve Tapınaklar hakkında genel izlenimlerimizi aktarayım, şehirler ve oralara dair his ve düşüncelerimize sonra gelelim.
Bu ve geçmiş Japonya yazılarında yer yer değinmiş olsak da burada tekrar etmek fazladan olmayacaktır. Japonya’ya ve Japon insanına dair en çok dikkatimizi çeken şeylerin başında kuralcılıkları ve yalnızlıkları geldi. O kadar ki 2 yaşındaki çocuklar bile yasaklama bildiren işaretleri gayet iyi anlayıp, ailesini bile uyarabiliyor.
Yalnızlık konusundaysa tek başlarına küçücük masalarda yemek yiyen ihtiyarlar ve Akhibara’da cadde boyunca dizilmiş anime kızları güzel bir örnek olacaktır… Bir ülke ne kadar yalnız olabilir? Yemek yiyip sohbet edebilmek için kostümlü bir kıza para verecek kadar. Acı…
Kadınların beyazlıkla kafayı bozmuş olmaları da enteresan bir diğer noktaydı.
***
Gezi bizim için öğretici oldu. Kendimizi keşfetmemize vesile oldu. Örneğin şehir yahut metropol insanı değilmişiz pek. Mağaza ya da AVM gezmek ancak hayatı gözlemleyebileceksek tercih edebileceğimiz bir şeymiş. Gezmeyi sevdiğimi de bu gezi vesilesiyle keşfetmiş bulundum. Bambaşka bir diyarda insanlar neler yapıyor? Kimler yaşıyor? Nasıl hayatlar var? Gerçekten ilgimi çekiyormuş aslında bu sorular.
Başka memleketler enteresan. Kendimi Star Wars filminde gibi hissettim çoğu zaman. Alternatif evren ve dünyaları işleyen film ve dizileri severim. Doctor Who da denebilir. Şöyle ki, Star Wars’ta misal değişik gezegenler var. Bilmem kaç ışık yılı uzaklıkta kimisi buzul kimisi çöl kimisi ormandan oluşan gezegenler var ama hep aynı olan şeyler de var o gezegenlerde. Misal bir bar olur, 4 gözlü 8 kulaklı yeşil yaratıklar, robotlar, seyyahlar ve Jedilar orada oturup içerler. Şehrin 1 merkezi olur ve alışveriş orada döner. Polisler olur. Bilmiyorum bu ayrılık içerisindeki aynılık tuhaf geliyor bana.
Dinler tarihi ve diğer dinler de ilgimi çekiyormuş, bunu da bu gezi vesilesiyle görmüş oldum. Daha önce bu tür konular yalnızca kelamî açıdan, sadece araç olarak ilgimi çekiyordu. Yani mevcut araştırmalarımda bana done sağladığı kadar ilgileniyordum ama bambaşka bir medeniyete girince bizzat kendilerini merak etmeye başladım. Değişik oldu benim için.
Daha evvelinde dinler tarihi ve diğer inançları pek merak etmezdim. Bir dönem ezoterizm araştırmakla beraber o da tamamen bir amaca matuftu. Diğer kültürleri anlamak için özel bir merak geliştirmemiştim. Ancak buraya geldiğimde, başka bir kültür ve dine mensup 120 milyon insanla karşılaşmak belli ki beni değiştirdi.
Benim için bir diğer aydınlanma da ülkemizin aslında ne kadar küçük olduğunu görmem oldu. Yıllar yılı kaba milliyetçilik pompalanan bir diyarda yaşıyoruz, sorsan asıp kesiyoruz ama dünyanın öte ucunda adımızı duyan yok, umursayan yok belki de… Adamlar apayrı bir sistem ve medeniyet kurmuş bambaşka bir tecrübeyi yaşıyorlar. Kibar şekilde ifade etmem gerekirse ülkemizin çok büyük potansiyeli ve ilerlemek için önünün ziyadesiyle açık olduğunu gördüm. Yani lafın özü bizim memleketten bir halt olmadığını görmüş bulundum. Biz vatandaşımızı sokaktaki ite yedireduralım adamlar kartonu ayrı jelatini ayrı geri dönüştürsün… Diyorum jeopolitik vaziyetimiz olmasaydı, Allah korusun petrol zengini bir ülke falan olsaydık Azerbaycan – İran karışımı yarı teokratik yarı diktatöryal saçma sapan bir ülke olurduk belki diye de düşünmedim değil. Allah kime ne vereceğini biliyor işte…
Marketler



Bizdeki BİM, ŞOK, A101 ayarında market var. Marketlerde ATM, döviz makinası vs. olduğu gibi aldığımız ürünleri yiyebileceğimiz tekli masalar da var. Hem serinlemek için hem de acıktığınızda bir şeyler atıştırabilmeniz için güzel bir hizmet. İlk başta bu masa sandalye olayı hoşumuza gitmişti ama Japonya’da birkaç gün geçirince fark ettik ki aslında bu bir ihtiyaçtan doğan bir hizmet. Şöyle ki Japonlar gördüğümüz kadarıyla sokakta bir şey yiyip içmiyor. Bu ayıplanan bir şey mi bilmiyorum ama bir diğer sebebinin sokakta çöp olmaması olduğuna eminim. Çöp bulmak çok zor Japonya’da. Elimdeki çöpü 2 kilometre gezdirdiğimi bilirim. Dolayısıyla eğer adam marketten bir şey alıp onu yürüyerek yemeyi tercih ederse muhtemelen akşama kadar çöpü elinde gezdirecektir. O sebepten bu marketler böylesi bir hizmet sunuyor olmalı. Ya da marketler böylesi bir hizmet sunduğu için çöp yok. Kim bilir?
Dolayısıyla şöyle bir durum var. Hoşumuza giden şeyler aslında adamların bir ihtiyacına makul bir çözüm sunan şeyler. Mesela marketteki oturma alanları. Güzel bir şey ama bizim öyle bir şeye ihtiyacımız yok. Bizde her yerde çöp kovası var ve insan nasılsa sokakta bir şey yiyip içebiliyor zaten. Ve sokakta bir şey yiyip içmek kendisi itibariyle kötü bir şey değil. Bizde olsa o BİM’i kafeye çevirirler. Bunu bizim insanımızı kötülemek için söylemiyorum. Bizim sosyalleşmemiz bu. Adamların arkadaşı yok, kafede bile tek başlarına oturuyorlar vs. bizse tek başına yemek yiyen bir millet değiliz. Bunu BİM’e koysak, 3-4 kişi oturur, yer içer sohbet eder ve gider. Yani amacını aşar artık. Denenebilir mi? Denenebilir ama gerek yok yani. Evet, güzel ama buranın ihtiyaçlarına cevap verebildiği ölçüde güzel. (sonradan gördüm ki bizdeki boldy marketler de Japon tarzıyla yapılmış. Hem ürün çeşitliliği hem de masa sandalye olayında benziyorlar. İş gördü J)
Metrolar
Metrolara alışmak zor. Bizim çözmemiz ve alışmamız 1 hafta sürdü. Sonra da gezi bitti zaten. Şöyle ki farklı firmaların yönettiği 13 – 14 metro hattı var. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı. Acıbadem Marmaray – Sabiha Metro ya da Yenikapı – Kirazlı – Hacıosman – Marmaray bağlantısı gibi düşünün. Neredeyse tüm metrolarda birkaç aktarma var. Metro istasyonları 2 katlı. Bunu 5. günün sonunda falan fark ettik. Çok şaşırdık. Metrodan indiğinizde hangi kapıdan çıkmanız gerektiğini iyi öğrenin. Yoksa yok yere 1 km yürümek zorunda kalabilirsiniz. Kapıların çoğu bizdekiler gibi yakın değil. Farklı metro hatlarının olmasının bir sorunu şu ki, her biri için ayrı bilet alınıyor. O bizi zorladı. En sonunda günlük kullanım sınırsız bilet alınca biraz rahatlamıştık.
Metrolarda hiç kimse konuşmuyor desek yeri. Çıt çıkmıyor neredeyse. Garip. Bir şey yiyip içen de pek yok. Tek tük…
Metrolarda ilk başta hoşuma giden ve Türkiye’de de olsa güzel olur dediğim bir şey vardı. Oturma yerleri kanepe gibi. Kumaş ve rahat, yumuşak. Ama sonrasında fark ettik ki aslında bu da kültürel bir şey. Şöyle ki adamlar zaten metrolarında yiyip içmiyor, taşkınlık çıkaran yok, çocuklar uslu uslu oturuyor, sokaklarında toz yok çamur yok. Eğer bunu Türkiye’ye getirirsek o koltuklar leş olur. Kusmuk, meyve suyu, su mu sidik mi olduğu belli olmayan ıslaklık, ayakkabı izleri vs… evet bizim metrolar bir New York metrosu değil ama adamların metrosu da ev temizliğinde yani. O kanepeler bize uymaz.
Bizdeki metro girişlerinde kocaman tabelalar var. Buradaysa böyle bir durum yok. Bakıyorsun bir AVM aslında aynı zamanda metro girişiymiş. Bu sebepten aradığınız girişi bulamayabiliyorsunuz. Metrolardan direkt AVM içine çıkıyorsun asansörle falan. İlk başta çok garipsemiştik. Ama sonrasında fark ettik ki adamların güvenlik endişesi yok. Her yerde x-ray’den geçirtmiyorlar seni.
Yeme İçme
Japonya’da yemede biraz zorlandık. Eğer siz de helal kesim ürünler tercih edecekseniz bir restorana girdiğinizde ne sipariş ediyorsanız edin muhakkak “içinde et var mı?” diye sorun. Menüden özene bezene ince eleyerek sık dokuyarak seçtiğiniz masum bir makarna üzerinde kıymayla gelebiliyor zira. Yaşandı. Neyse ki ücretsiz değiştirdiler de bütçemizdeki delik büyümedi 🙂


Güvenlik
Bizdekinin aksine gördüğümüz güvenlik görevlilerinin hepsi yaşlıydı. Bizdeyse genç adamlar yapar bu işi. Desek ki adamların savunmaya ihtiyacı yok, o sebepten iş olsun diye bu amcaları oyalıyorlar; ya hu sanki bizde MMA dövüşçüsünü mü güvenlik yapıyorlar? 20 yaşında çubuk kollu çocukları güvenlik diye oturtuyorlar. Kim takar onu? Heba edilen bir gençlik görüyorum sevgili okurlar… İsraf edilen devasa bir kaynak görüyorum.
Temizlik
Fark ettiğimiz bir diğer tuhaflık da kimseden bir koku almayışımız oldu. O sıcağa rağmen ne bir ter kokusu ne de bir parfüm kokusu çalındı burnumuza. Türkiye’deyse erkeklerin yanına terden, kadınların yanına da parfümden yanaşılmıyor çoğu zaman.
Oturaklar
Bankları da bir enteresan. Şehir genelinde bank göremedik. Gördüğümüz tek bank duraklarda olanlardı. Onlar da yüzü kapalı mekana bakacak şekildeydi. Bizde banklar açık alana bakar. Yola, manzaraya vs. bunlar enteresan adamlar. Sırtları yola yüzleri duvara bakıyor. Değişik.


Estetik algıları, ulusluk
Japonlar ulus olmayı başarmış. Bence bizse henüz ulus olmayı başaramadık. Ortak bir değerler kümesine sahip değiliz ve birbirimizin değerlerine düşmanlık besliyoruz. Adamlarsa dinleriyle ve kültürleriyle barışık gibi. Ayrıca bu adamların ortak değerler kümesiyle beraber geldiğini düşündüğüm ortak bir estetik algısı da var. Bence ikisi birbirinden ayrılabilen şeyler değil. Estetik, değerin bir sonucu olsa gerek. Estetik algısı derken şundan bahsediyorum, Kyoto’da rastgele bir dükkanın önünden geçerken o dükkanda Japon kültüründen bir iz görüyoruz. Hatta direkt Japon kültürünü görüyoruz. En basitinden çatıları o klasik japon mimarisi gibi. Yahut tabelaları klasik Japon sancaklarını andırıyoruz örneğin. Bunlar küçük ama çok kıymetli şeyler. Ülkeye ve topluma dair çok şeyler söylüyor.
Ülkeye dair söylediği şeyleri belki şöylesi bir kıyasla ölçebiliriz; biz Kyoto’yu gezerken bunları düşündük. Peki bir Japon çift İstanbul’u gezerken ne düşünürdü? Aksaray’ı Şirinevler’i görmesin; misal Cihangir’i gezerken ortak bir kültürel dokudan bahsedebilirler miydi? Yoksa bir çeşit anomi mi olurdu gördükleri? O tabelalara ve dükkanlara bakıp “burası paramparça bir toplumun inşa ettiği bir şehir” mi derdi? Bilemiyorum.
Adamlar geleneksel mimariden kopmamış derken şunu da vurgulamak gerek. Modern ve geleneğin bir sentezini görüyorum ben sokaklarda. Eklektik bir yaptım-olduculuktan bahsetmiyorum. Sultanahmet’te turistlere yer sofrasında yemelik gözleme yapan ve vitrin süsü haline getirilmiş; geleneksel bir neoliberal garabeti göremedik burada örneğin. İşte bizim bu eklektik olmayan sentezi sağlayan o metafizik – kültürel çanağı tekrar varetmemiz lazım. Çanak biraz çatlak belki ama ondan gayrı da bir kasemiz yok ki. Ona sahip çıkıp ileriye götürmeliyiz. Çanağa ne bulduysak atıp ortaya karışık bir çorba yapmak değil isteğim. Bilmem yeterince ifade edebildim mi kendimi…
Ama işte o çanak bireysel çabalarla onarılacak bir şey değil. Uncular’da tek tip tabeleya geçmek değil çözüm; evet bir adım ama saman alevinden hallice yalnız bir niyet göstergesi. Diyelim bir dükkan açacağım, söz gelimi diş kliniği açacağım. Hadi diyelim literatürde ne var ne yok yaladım yuttum, erdim eriştim, rüyaya yattım aydınlandım ve Türk İslam kültürü bende hulul etti ve Nirvana’ya vardım. Gittim çogzell bir mimariye sahip klinik açtım. Yandaki kırmızı tabelalı rüzgarın taşıdığı toza karşı döner çevrilen dönerciyi, kapının önüne pervane dizmiş beyazeşyacıyı ne yapacağız? Böyle olmaz bu. Topyekün bir öze dönüş oradan buraya geliş gerek. 200 yıldır tartışılan şeyleri nihayete erdirmek bu yazıya nasip olmayacak. Keselim gaari.
Yabancı Dil
Ülkede İngilizce bilen gerçekten az kişi var. Ben önceleri acaba çekiniyorlar da mı konuşmuyorlar falan diyordum yok adamlar direkt anlamıyor. Dolayısıyla biraz İngilizce bilen birisi burada gayet rahat iş bulup çalışabilir diye düşünüyorum.
Enteresan işler var.
Metroda yol gösteren tarif edenler var.
Düz yolda, otobüse düz gitmesi gerektiğini söyleyen tabela amcalar var.
Talimatlar, kurallar, tekrar talimatlar
Metroda, asansörde, yolda belde her yerde saçma sapan afişler talimatlar var. Her yer talimatla dolu. Bu adamlar nasıl komut yalaması olmuyor soru işareti gerçekten. Bir de her şey konuşuyor. İnanılmaz rahatsız edici. Metro, yürüyen merdiven, asansör… car car car. Abi bi sus bi sal.
Çıplaklık
Her ne kadar sokaklarında bir çıplaklık olmasa da marketlerinde, alışveriş merkezlerinde ve sahaflarında bile çıplaklık var. Rastgele bir markette sağına bir dönüyorsun erotik dergi, avm’de düz yürüyorsun erotik mağaza, sahafa girip kitaba el atıyorsun alttan fışkıran çıplak insanlar… çok enteresan. Çocuk eğitimi iyi diyorlar ama demek ki çıplaklık çocuk eğitimiyle pek irtibatlı görülmüyor. Değişik.
Havaalanında fiyat farkı yoktu. Şaşırdık.
Japonya’nın sevdiğimiz yanları
Temizlik. Sakinlik. Şehir düzenliliği. Benzinci aramamıza gerek bırakmayan 7/24 açık marketler. Marketlerin iç yapısı. Metro ağı. İnsanlarının yardımseverliği. Ülkeyi baştan başa kat eden tren ağı. Estetik algılar. Çeşme sularının içilebilir oluşu. Meyve suları. Otomatlar.




Sevmediklerimiz
aşırı kibarlık, metronun karmaşası, İngilizce bilen insan olmayışı, metroların biletleme ilkelliği, abonman yaparkenki ilkellik, metroların sessiz olması, helal mutfak sorunu, her yerdeki direktif panoları, tuvalette çöp kovası olmaması.
Birtakım fotoğraflar








***
Bir gezinin sonuna geldik. İyisiyle kötüsüyle ancak 1 sene sonra kaleme (ya da klavyeye) alabildiğim bir yazı oldu bu. Gezilecek yerler, yenecek yemekler, atlanacak uçurumlar, dalınacak okyanus vs. listesi olmayan bir deneyim aktarımı oldu. Belki sonrası yazıların formatı değişir. Şimdilik bu kadar. Sıradaysa Mısır, Karadağ ve Arnavutluk yazıları var. Kim bilir hangi evrende hangi zamanda kaleme (klavyeye) almak nasip olur…
29.08.2025
Yeni yazılardan haberdar olmak için abone olabilirsiniz.
Bir yanıt yazın