Bir önceki yazıda Japonya’ya gidiş hikayemizden, Japonya’dan ve Osaka’dan bahsetmiştik. Şimdi sırada Kyoto var. Başlayalım.
KYOTO
Osaka’da işimizi bitirdikten sonra sabaha Kyoto’da başlayabilmek için akşama doğru Kyoto yolunu tuttuk. Metro hattıyla Kyoto’ya ulaşmamız zor değildi. Otelimize yerleştik. Dinlendik ve Kyoto sokaklarını turlamaya başladık.
…
Kitapçı
Şehre vardığımız gecenin sabahında Kyoto sokaklarını turlamak üzere tekrar yola düştüğümüzde hemen yanımızda büyük bir kitap cafe görüp içeri daldık. Bizim buranın İstanbul Kitapçısı gibi düşünebilirsiniz. Ama daha büyüğü. Burada kitap bölümü de kafe – restoran bölümü de, hediyelik bölümü de İstanbul Kitapçısı’ndan büyüktü.
Kitapçıda dikkatimizi çeken ilk şey kitapların kategorileri olmuştu. Örneğin “Din – İnanç” bölümü göremedik. Bizdeyse din bölümü ayrıdır ve yerine göre yeterince kitap bulunur. Burada Idea diye bir bölüm vardı ama alfabe farkından dolayı kitapların içeriğine dair fikir edinemedik. Belki de oradadır din kitapları ki bu bile bir şeyler anlatıyor Japonların din algısına dair.
Çocuk kitapları bölümünün adıysa Family idi. Bu da dikkatimi çekti.
Bir diğer dikkatimizi çeken husus Travel bölümüydü. Bizde de olur bu bölüm ama başka ülkeleri anlatan kitaplar olur. Bunlardaysa Japonya’yı anlatan kitaplar vardı ve İngilizceydi. Anlaşılır bir durum. Turiste yönelik kitaplar sonuçta.
Kitaplarsa ebat olarak küçük, sayfa sayısı olarak çoktu diyebiliriz. Ebatları bizdeki Can yayınlarının cep kitaplarından 1 tık büyük, sayfa sayısıysa 200’den fazla ve sayfalar çok ince. Kitaplar yukarıdan aşağıya doğru yazılıyor, Arapça kitaplar gibi sağdan açılıyor. Kitap fiyatları: örneğin edebiyat kitapları 600 yen civarındaydı, bugünün kuruyla 150 liradan biraz daha az. Travel kitaplarıysa 2000 yen idi. Kuşe, büyük ve renkli kâğıtlar. Ayrıca İngilizce olup muhtemelen yabancı telifli kitaplar. Normal geldi diğer kitaplara oranlayınca.

Kitapçıda bizi derin derin düşündüren en önemli şeyse Japonya’ya gelerek 1 gecede cahil kalışımız oldu. Karşımızda binlerce kitap vardı ama hiçbirisini anlamıyor, hiçbirisine dokunamıyorduk adeta. Binlerce ömür, harcanmış milyonlarca saatin karşısında sadece huşu ve korkuyla duruyorduk. Bambaşka bir alfabe ve dille yazılmış sayfalar karşısında acizlik hissettik. Bir yandan zihnimden yanan İskenderiye, Bağdat kütüphaneleri bir yandan internette asla erişilemeyecek, tüketilemeyecek, tüketmek için yüzbinlerce ömür gerekecek kütüphaneler geçti ve bu garip duygularla kitapçıyı ardımızda bırakıp Kyoto’yu arşınlamaya devam ettik.
Nişuku Market
Kitapçıdan sonraki durağımız Nişuku market idi. Buranın Kapalı Çarşı’sı gibi bir yer. Bağırarak müşteri toplamaya çalışan Japon esnaf, meraklı turistler, neyi nereden alması gerektiğini bilen yerel halk, pişmiş balık satıcısının karşısındaki dondurmacı… Alışkın olduğumuz ama gene de garipsemekten geri duramadığımız bir mekândı. Her şey aynı ama her şey farklıydı.

Kapalı Çarşı’dan sonra karşımıza bir Zara mağazası çıktı sosyolojik inceleme yapmak için güzel bir fırsat diye düşünüp içeri daldık. Japonya’da giyim kuşamla alakalı dikkatimizi çeken şey doğal olarak burada da bizi bekliyordu. Gördüğümüz kadarıyla Japonya’da insanların giyimi oldukça rahat. Türkiye’de birbiriyle uyumsuz gibi görünen kıyafetleri gayet giyebiliyorlar. Bu bir yana kadınların giyimiyle alakalı dikkatimizi çeken şeyse açık kıyafetler giyen bir kadına rastlamamış oluşumuzdu. Öyle ki açık bir yana neredeyse çarşaf giyiyordu insanlar. Hatta düşündük ki şeriat buraya fıkhen gelmiş, sadece metafiziği eksik. Kadınlar kolu kısa kıyafetler giyse bile sonradan giydikleri kolluklarla kollarını kapatmakta, üzerlerine bol giysiler giymekte. Etek kullanımı da oldukça yaygındı. Daha da ilginci neredeyse peçeden daha fazla kapalı maskeler takmalarıydı. Biz bunları güneşten korunma isteğine bağladık. Şemsiyeyi ellerinden düşürmemeleri de bundandı.
Abone olalım 🙂
İlk Temas
Zara’dan çıktıktan sonra bir sonraki durağımız Chionin Budist tapınağı oldu. Pek çok tapınak görmüş olsak da bu tapınak bizde bir başka yer etti. Çünkü halen aktif bir tapınakmış. İçerisine de girebiliyorduk hatta bir ayine bile denk geldik. Tapınağı anlatacak olursak oldukça şatafatlı olduğunu söyleyebiliriz. Biraz karanlık, bolca şatafat, birkaç Buda heykeli. Tapınaktaki tüm şatafat zeminde. Bizdeyse şatafat olmaz zaten ama en süslü yerler kubbe olur. Kubbede de genelde “Allah yerin ve göklerin nurudur” ifadesinin geçtiği Nur suresinin 35. ayeti yer alır. Belki ilerlemeci bir bakış açısı olacak ama bu durumu tanrının yerden göğe çıkması ile anlamlandırabiliriz. Animist – paganist inanışta tanrı evrendedir hatta evrenin kendisidir. Hinduizm’de temsilleri yapılan tanrılar Tanrı’nın yerdeki tezahürüdür. Tanrı yerdedir yani aslında. Bizdeyse böylesi bir inanışın kıyısından geçmek şirktir. Tanrı yaratılmışlara benzemekten uzaktır. O yerin ve göklerin nurudur lakin hiçbir şey onunla benzerlik taşımaz. Dolayısıyla Müslümanlar tanrıyla iletişim kurmak için tanrının bir temsiline ihtiyaç duymaz. Bu arkadaşlarsa tanrıyla iletişimi temsil üzerinden yapıyor ve O’nu yere indiriyor. O sebepten olsa gerek tapınakları da pek şatafatlı. Tapınaklarımızsa pek sade.

Neyse, tapınağa gelip dua eden Budistler oldu. Meditasyon yapanlar oldu. Meditasyon yapanlar arasında Avrupalı bir genç dikkatimi çekti. Japonya’ya gelirken ki en büyük motivasyonlarımdan birisi farklı inançtaki insanlarla sohbet etmekti ve sanırım sonunda bunu yapabilecektim. Daha önce tapınaklardaki görevlilere ya da ibadet eden birkaç kişiye birkaç soru sordumsa da genelde tatmin edici cevap alamadım. O insanlar düz inanırlarmış sanırım (sonradan öğrendiğimize göre maaşları da pek iyiymiş). Bu Avrupalı gençse bilgili birisine benziyordu. Neyse, vaziyet alıp rabıtasının bitmesini bekledim ve tapınaktan çıkarken “DUUUUURRR” demek suretiyle kendisini yakalayıp birkaç soru sordum.
Dedik ki biz Türkiye’den gelen 2 Müslüman genciz. Bol bol tapınak gezdik. Oldukça farklı bir deneyimdi bizim için zira bambaşka bir kültür, bambaşka bir din, bambaşka bir Tanrı anlayışı. Dedik sen de pek buralıya benzemiyorsun, seni hangi rüzgâr attı bu dağ başındaki tapınağa?
Anlayışlı ve sohbet etmeye istekli 20’li yaşların başında Avusturalyalı bir gençti Jack. Verdiği cevaplara göre bir dönem Katolik okulunda okumuş. Kendisi kilisenin dogmatik öğretilerine karşı çıkmış ve İsa’yı bir tanrıdan ziyade bir öğretmen olarak görmeye başlamış. Daha sonrasında Hristiyanlara karşı bir tepkisi de oluşmuş. Çünkü Hristiyanlar öğretinin kendisinden ziyade öğretinin doğruluğunu tartışır olmuşlar. Çocuk da “mesajı kaçırıyorsunuz yahu” demiş ve kendisini –her ne kadar bütünüyle uyuşmuyor olsa da- Budizmin etrafında bulmuş. Bu kısa sohbet akabinde kendisine İslami sufizmi duyup duymadığını sordum. Kendisi İslami sufizmi hiç işitmemiş. Muhtemelen İslam’ı da hiç araştırmamış. Kim bilir belki bu çengel soru sayesinde yıllar sonra araştırır, Müslüman olur ve bunu bir blog yazısında yazar. Der ki, “Japonya’da bilmem ne tapınağında Batuhan ve çekingen arkadaşıyla beraber ufak bir sohbetimiz olmuştu. İslami Sufizm ibaresini ilk defa o zaman duymuştum. Araştırmalarım sonucu Müslüman oldum. Batuhan şimdi kim bilir nerede? Umarım iyisindir Batuhan.”
Hatun: çok hayal kuruyorsun Batuhan
Batu: çok hayal kuruyorsunmuş. Ben bir blog yazısında Jack’ten bahsedeceğim. Jack de 10 sene sonra bir blog yazısında benden bahsedecek. Birbirimizi bir daha görmeyeceğiz, duymayacağız. Birbirimize hiçbir şekilde ulaşamayacağız. Çok garip. Neyse, belki cennette görüşürüz. Jack, görüşürüz.
Neyse bu kadar geyik yeter. Tapınakları gezerken içimizi acıtan bir şey vardı. Buda zengin bir hayatı bırakıp evvela çileci, sonraysa zahidâne bir hayatı tercih eden bir abimiz. Öğretisini zamanla tüm Hindistan’a yaymış, sonra öğretisi Hindistan sınırlarını aşmış teee Anadolu’ya kadar gelmiş. Ama gel zaman git zaman o zahid sufinin takipçileri iş olsun diye gitmiş adamın altından heykellerini yapmış. Buda bu hali görse “Bu-da mı gelecekti başımızaaa” deyip harakiri yapardı herhalde.
Birtakım saptamalar
Japonlarla alakalı dikkatimizi çeken bir diğer şey de eski gelenekleriyle günümüz ihtiyaçlarını güzel bir şekilde uydurmuş olmaları. Nasıl? Örneğin 2 bank arasında çit gibi bir şey koyacaklar. O çiti bambu ağacıyla koyuyor ama bankın tasarımı modern sayılır. Arkaya koyduğu korkuluk gayet modern demir döküm malzeme ama o oraya koyduğu çit bambu ve bu kesinlikle eklektik durmuyor. Adamlar bir sentez ortaya çıkarmış. Gelenekle modernizm çatışmasından ortaya yeni bir kültür doğurabilmiş. Bizse gelenek ve modernizm çatışmasında arada kalıp ne oralı ne buralı olabildik. Üstü feshane, altı şişhane tabiri boşa çıkmadı. Bu çatışmayı Tanpınar, Sabahattin Ali vs. çok güzel yazmış zamanında. İlgilileri oralara müracaat edebilir.
***
Kyoto’daki bir kaleyi de gezmiş bulunduk. Japon filmlerinde gördüğümüz kağıttan sürgülü kapıların olduğu minimalist denebilecek bir kaleydi. İç içe 2 avlusu olan avlular arasında timsahlı derelerin kondurulduğu korunaklı bir kale. Bizim Topkapı Sarayına benziyor. Büyüklük olarak yani o şekilde müzeleştirmişler. Narin kocaman birkaç bina. Böyle bir evde büyüyen bir insanın nasıl bir insan olacağını düşündük. Kapılar kağıttan, yerler bastıkça kuş gibi ötüyor, duvarlardan gölgeler yansıyor… bir de Dolmabahçe’de, Topkapı’da büyüyen bir insan nasıl olur? Mekanın insana (yahut insanın mekana) etkisi düşündürücü.
Kyotodaki 2. günümüzde meşhur Fishu İnarı tapınağına gidip her birinde bir makam atlayarak, en sonunda Buda’yı umarak 10.000 Tori kapısından geçtik. Tapınağa metro ile vardık. Metro istasyonu da tapınağın görüntüsüne göre dizayn edilmişti. Bu hoşumuza gitti.

Tapınak bir dağın tepesinde. Daha doğrusu bir dağda. Belirli aralıklarla tapınaklar kondurmuşlar dağa. Tapınakların arasındaysa turuncu kapılar – geçitler var. Güzel ve yorucu bir deneyimdi. Aralarda dinlenip Kyoto manzarası izlesek de mevsimden olsa gerek hava akşam olmasına rağmen oldukça sıcaktı. Çıkana kadar kaç litre terledik bilmiyorum. Siz siz olun Torilerden geçip arınacaksanız yanınızda su olsun ve başka bir çöp olmasın. Yoksa susuz kalır ve elinizdeki çöpü de 3 saat elinizde taşırsınız. Zira çöp yok. Sularsa şehir fiyatının 2 katı 🙂
Neyse tırman tırman en sonunda TOP dedikleri yere bir vardık ki bir şey yok abi. Boşa mıydı bunca yol başıma musallat olan bela? Niye çıktım buraya ben? Önceki tapınağın aynısını buraya da koymuşlar? Neyse yolunuz düşerse dağın tepesine tırmanmanıza gerek yok. Yukarıda sizi bir şey beklemiyor. Ne arıyorsanız içinizde.
Tapınağa tırmanırken insan cinsinden bazılarının hareketlerini inceleme fırsatım oldu. Sonra kendimi de onlarla benzer buldum ve düşündüm. Bu türün üyeleri bir tapınağa tırmanırken, torilerden geçip inisiye olması gerekirken ellerinde fotoğraf makinası, yer yer dağın uygun yerlerinden Kyoto fotosu çekiyordu. Düşündüm, Buda buraya çıksaydı ne yapardı? Good View yazan tabelanın ardından gidip şehir mi izlerdi yoksa kapılardan geçip “manzara”yı orada mı arardı? Yani tuhaf geldi bana. Abi tapınağa çıkıyorsun ve şehir manzarasını güzel bulup fotoğraf çekiyorsun. Bu aslında dinin alımlanış biçimiyle alakalı bir durum. Din de günümüz insanın algısı ile mukayyet.

Son
Kyoto macerasının eksiltili bir anlatısını okudunuz. Bundan sonraki durağımızsa Tokyo oldu. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.




Abone olalım 🙂
İlk Yorumu Siz Yapın